Rüzgarla birlikte

okyanus atlantic portekiz

Bir kaç kıştır böyle uzun aralıklı yağmayan yağmurlar başladı. Duracak gibi görünmüyor. Ben henüz yağmuru sevip sevmediğime karar veremedim. Bunu geçen akşam yağmurun birden başlayan gürültüsünün çok hoşuma gittiğini anladığım zaman fark ettim. Yağmur durunca yola çıkmayı, ıslanan evlerin, otların, ağaç topraklarının, binaların pervazlarının, çatılarının, çöp kovalarının renkleri sanki daha da canlıymış gibi görünüyor. Bu da beni sahile daha hızlı adımlarla götürür çünkü yağmurdan sonra açan kış güneşi kumları sandığınızdan daha kısa bir sürede kurutur ben bu rengi de çok severim. Sahilde neden dikildiğini hiç anlayamadığım 3 kule biçindeki yeşilimsi – yoksa mavimsi mi – çirkin binaların altına gidiyorum, eğer şemsiyeye ihtiyacım yoksa her gün ve eğer rüzgar sert esmiyorsa bisikletle.

Sahile giderken bazen sahile uzanan düm düz kısa yolu kullanıyorum, bazen de adlarını hiç bilmediğim kuşların geçtiği, sarının, yeşilin, kahverenginin boyluca uzandığı, eğer şanslıysam bulutların köpük köpük havaya asılı olduğu nehir yanından ilerleyen tahta yolu.

okyanus atlantic portekiz blog kitap reading blogger okyanus atlantic portekiz blog kitap reading blogger

Bir paragraf önce bahsettiğim binalar belki de yaşadığım yere ait en çirkin şeyler. Birinin altında her gün oturup sütlü kahve içtiğim kafe var. Ben her zaman güneşin olmasını tercih etttiğim için kuzey rüzgarından korunan dışarıdaki balkonumsu girişine oturup kolona bacaklarımı uzatmaya bayılıyorum. Hava ne kadar soğuk olursa olsun rüzgardan korunuyorsam ve güneş yüzüme vuruyorsa bu hoşuma gider. Ama rüzgarın yönünün değiştiği ya da gökyüzünün bulutlarla kaplı olduğu günlerde içeri otururum. Okyanusu gören büyükce bir penceresi ve pencerenin yanında haftaiçi kolaylıkla boş bulabileceğim 3 masa var. Yine de dondurucuların, bazen açık olan televizyonun, kafenin sahibi yoksa kendi aralarında şakalaşan, konuşan çalışanların sesini dinlemek zorunda kalırım. Bu pek de tercih ettiğim bir şey sayılmaz.

Bu bahsettiğim kafe son derece basit ve ucuz olarak dekore edilmiş, yeni nesil kahvecilerin havalı kahve makinelerinden, renkli bardaklarından, peçetelerinden, menü kağıtlarından ve etrafta mutlaka bulunan yeşil bitkilerinden yoksun. Büyük bir tezgahı var duvara yakın ve yanında hiç de havalı görüntüleri olmayan kek ve tatlıların sergilendiği cam bir vitrin, tam karşıda büyük ve eğer sesi açıksa yabancı pop şarkılarının sürekli çaldığı bir – bazen de haberlerin- televizyon var. Televizyonun tam altına eskiden pasta ve keklerin yanında olan ama şimdi yerini değiştirdikleri dondurma tezgahı duruyor. Duvarların rengi açık sarı eğer yanılmıyorsam, bazı kolonların etrafı da beni her zaman mutsuz eden plastik çiçeklerle dolu. Buradan alıp evime götürmek isteyeceğim şey, duvardaki çerçeveler olurdu. Dondurma tezgahının biraz ötede olduğu giriş kapısının hemen yanındaki kolonda büyük bir çerçevede bu kıyısındaki köyde yaşadığımız sahilin çok uzun zaman önce havadan çekilmiş siyah beyaz bir fotoğrafı var. Şimdi çok büyük olan otelin muhtemelen ilk hali mütevazi, çok daha küçük, kutu gibi bir bina, daha geniş bir sahil, her yerde daha çok ağaç var ve hızlana hızlana bisikletle doğruca ulaştığım sahile giden yol toprak kaplı. Fotoğraf havadan çekildiği için de ta bizim eve kadar uzanan köyün merkezini kuş bakışı görebilmeyi seviyorum.

Karşı duvarda 4 büyük çerçevede sahilde çekilmiş fotoğraflar var. Ağlarını toplayan ve kıyıdan yürüyen balıkçı kadın ve erkekler. Bu dört fotoğrafa bakmayı da çok seviyorum.

Çoğu zaman bu kafede bazen de evde yürürken markette ya da arabada yazdan başlayarak bu kış yeterince okumadığımı, bir kitaba dalıp gitmeyi, kitabı okuyacak bir alan yaratmak için hazırlanmayı – ortalığı süpürmek, sıcak bir şeyler hazırlamak, ya da giyinip dışarıya bazen de terasa çıkmak – kitabı nerede okumaya başlayacağıma karar vermek gibi ihtimallere odaklanmayı düşünüp duruyordum. (Daha önce deneyimlemediğim duyguları – halbuki hissettiğimi sanmıştım – , bir çeşit kabullenişi ve yoksaymayı keşfettiğim bir kış döneminden geçtiğimi düşünüyordum, kulaklarımı rüzgardan korumam gerektiğini düşünerek sahile yürürken burada geçen diğer kışları da hatırladım.) Ya da bazen metroda bir anda başladığım ve hangi durakta ineceğimi şaşırtan, şehre giderken 35 dakika süren metronun yavaş yavaş azalan kalabalığından kurtaran bir kitap istiyordum.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra düşünmek, devam eden günlerde hatta bazen haftalarda ara ara içini açıp altını çizdiklerimle ilgileneceğim bir kitap arıyordum yani.

Daha önce sıralanışından bağımsız iki ayrı kitabını okuduğum Kayıp Zamanın İzinde’yi 2 cilt haline getirilmiş baskısını alıp okumak istedim. Çünkü kitaplardan birinin – yanılmıyorsam 3.kitap – tadını Eskişehir’in pek de soğuk olmayan bir kışında, çok sevdiğim çiçekli koltuğumda oturarak heyecanla okumuştum –

Türkiye’den Tarık geldi ama kitabı getirmemiş, gelecek olan diğer arkadaşıma da başka bir liste vermiştim.
Yine Proust aklımda ama çaresiz başka bir kitaba başladım. Gecenin Gecesi sadece bir Hasan Ali Toptaş kitabı olduğu için değil kapağında gördüğüm ve Ümit Ünal’ın desenler çizdim dediği suluboya çizimleri de çok hoşuma gittiği için ilk bu kitapla başladım. Kitap 5 öyküden oluşuyor ve her bir öykü için çizilmiş bir ‘desen’ var. Çizimleri çok beğenmeme rağmen özellikle kapaktakini, onları kitapta hikayelerin arasında görmeyi şahsen sevmedim. Kitabı dün uzun uzun bahsettiğim sahildeki kafede güneşin yüzüme vurmasına denk geldiğim bir aralıkta yavaş yavaş okuyup bitirdim. Herhalde en çok da ilk öyküyü sevdim.

Bugün de sabah güneşin bir görünüp bir kaybolmasına aldanıp bisiklete atlayıp sahile gittim. Rüzgar sertti, ayak bileklerim açık, üzerimde yağmurlukla ince bir hırka vardı. Güneş yüzünü göstermeyince içeri girip kahve içtim sonra hemen eve geri döndüm.
Yazının başında bulmayı istediğim şöyle uzun bir romana gömülüp hikayede kaybolma isteğim hala devam ettiğinden, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’yu alıp camın kenarında okumaya başladım. Ben kelimelerin devam edip beni soru sormayı durduracak ya da unutturacak bir hikaye beklerken bambaşka bir romanla karşılaştım. Calvino sık sık araya giriyor, anlatıcının sözünü bile isteye kesiyor ve bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Yani ister istemez hem söylediklerinden hareketle başka olgular hakkında sorular oluşturuyor, bir yandan da karakterlerden kopmamaya, akışa yönelmeniz gerektiğini söylüyordu. Önce bu denli bölünmeye ayak uyduramayacağımı düşündüm sonra doğal bir şekilde devam ettim. Şimdi üçüncü bölümdeyim. Bulutlar bugün daha kararlı, hiçbir yere gitmiyor. Ben de okumaya devam ediyorum.

One Reply to “Rüzgarla birlikte”

  1. kenan güvenç says: Reply

    dünyanın döndüğünü nasıl ancak başka bir şeylerden anlıyorsam , o denli yavaş dönmesi ama dönmekte olması nasıl güzel bir his ise aynı his var bu yeni yazdıklarında…..sazlıklar zaten hayattır…fotograf , sahibi ortalarda görünmeyen bisiklet ile birlikte tam da bir Proust parçası..

Leave a Reply to kenan güvenç Cancel reply