Nerede kalmıştık?

Temmuz akşamı T’nin annesinin evinden dönerken arabada bilindik manzaralara bakmaktan başka alternatifim yoktu, eve giderken yol boyunca midemin bulanmasına aldırış etmeden yeni alacağım kıyafetlere bakmaktan telefonumun şarjı bitmişti çünkü. Kavşağa girmeden önce yolun kenarından biraz ileride yükselen dumanı bir süre takip etmiştim ve Portekizlilerin kim bilir yine ne yaktıklarını düşünmüştüm. Eve gelince hemen buzlu soğuk su hazırladım. Karnım toktu ve aslında soda içmeyi tercih ederdim. Muftak tezgahının önüne doğru geri çekmiştim masayı, kitaplığın önünde benim istediğim gibi durması mümkün değildi. Yaşadığımız salonda biraz da olsa hareket edecek yer olması benim için önemliydi, sandalyeleri dilediğim gibi kullanamamak canımı sıkıyordu. Ama asıl istediğim, bisiklete atlayıp korkunç bir yolculuğa çıkmak dışında, masayı kitaplığın önüne doğru yerleştirebileceğim bir yazı odasıydı ve bunu Virginia Woolf gibi şart görmüyordum ama uzun zamandır hayalini kurduğum bir şeydi. Masanın ortasına konumlandırdığım sandalyede oturmuştum. T’ye ona annesinin verdiği bu masayı -ve muhtemelen eski bir mutfak masası önünde iki tane çekmece var çünkü- işte bu harika masayı yeni evde çalışma masam yapmak istediğimi söyledim.

T istersem yapabileceğimi söyledikten sonraydı yanılmıyorsam, masanın üzerine o gün evden çıkmadan önce koyduğum İstanbul’dan yeni getirdiğim bir dizi yeni kitap ve üç tane de eski kitaplarımdan oluşan bir seçki, peçeteye yazılmış bir not ve mektupların arasında duran Bolano’nun Katlanılmaz Sığırtmaç kitabını elime aldım. Önce kitabın arkasında yazılanı okumaya koyuldum ama belli belirsiz yazılmış o kısa tanımı geçip ilk sayfaları karıştırmaya başladım. Roberto Bolano’nun kim olduğuna baktım, beni 50 yaşında Barcelona’da ölmesi şaşırtı yalnızca çünkü 50 yaşı ölmek için biraz genç buldum. Kitabın başında çocukları Lautaro ve Alexandra ve dostu Ignacio Echevvaria  için yazıyordu bir sonraki sayfada da kısa bir alıntıyla Kafka’ya bir selam vardı. Yani belki hiç de o kadar büyük bir eksiklik hissetmeyeceğiz yazıyordu alıntıda, boş bir sayfanın sağ üst köşesine yerleştirilmişti.

İlk olarak Jim adlı 2 sayfalık kısa bir öyküsünü okudum ki lambanın pek de cömert olmayan turuncu ışığının kitabımın sayfasına düşmesine özen göstermem gerekiyordu, çünkü saat on biri çoktan geçmişti ve uykumun geldiğinden emindim. İlk öykünün sadece iki sayfa olması okumayı yarıda bırakmayacağım için çekici gelmişti. Ne var ki bu kısa öykü çekici geldiği kadar yeterli olmadı ve masada oturup okumaya devam ettim, bir yandan da masada okumanın çok daha rahat olduğunu düşünüp duruyordum. İkinci öykü daha uzun olan Pereda hakkındaydı ve nereden bakılırsa bakılsın muhteşem bir öyküydü. Uyku aklımdan çıkıp gitmemişti ama okumaya devam etmekten başka çarem olmadığını hissettim, kısa bir an suyumu ve kitabı ve kalemi alıp yukarı çıkmayı yatağımda okumaya devam etmeyi düşündüysem de artık daha fazla tutamadığım çişimi yapıp, ayakkabılarımı çıkarıp aşağıya geri döndüm ve masada Farelerin Polisi ve Aalvaro Rousselot’nun seyahatini okuyup bitirdim. Artık o noktada kitabın beni uğrattığı şaşkınlığı göz ardı etmem mümkün değildi, uzun zamandır bu kadar güzel bir ses duymamıştım ve kendisiyle tanıştığıma çok memnun oldum. Yatmadan önce İki Katolik Öykü’nün de ilk sayfasını okuduğum ama daha fazla devam etmenin aptallık olduğuna kanaat getiridim. Zira haklıydım da, yukarı çıkıp yüzümü yıkadığımda gözlerimin kıpkırmızı olduğunu fark ettim ve duşa girmenin daha iyi geleceğine karar verdim. Kitabın devamını ertesi gün sahilde soda ve sade bir espresso içerken okumak istedim ama rüzgar o kadar sertti ki eve gelip koltukta okumaya devam ettim. Tabii önce hafif bir salata, ardından da omletimin üzerine yerleştirdiğim hamsileri kızarmış ekmeğin üzerine koyup afiyetle yedikten sonra. 

Leave a Reply